Yaşamın varlığından beri doğa ile mücadele halinde olan insan; doğayı kontrol altına alabilmek adına her türlü yöntemleri sergilerken, doğa da kendince bir savunma mekanizması geliştirerek insanoğluna galebe çalmaya çalışmaktadır.
Gözünü toprak doyursun sözünün tam da insanoğlu için söylendiği gerçeğinden de hareketle emmare nefislerin kabaran iştahına ekmek banmak isteyen suni teneffüslü hiçbir şeye muktedir olamayıp sadece edebiyatını yapan biz insanoğlu, yıllar geçtikçe doğayı da aşarak kendi kendimizin kölesi olduğumuz şu tek nefeslik âlemde biz bize muktedir olmaya çalışıyoruz. Evvelki zamanlarda daha mütevazı bir yaşam süren kimseler, doğa ile aralarındaki uyum sürecini olduğu gibi kabullenmiş ve barışçıl bir anlayışla ömürlerini tamam ettirmeyi başarabilmişlerken doğa da onlara her konuda yardım ettiği gibi kendinden de bir şeyler katarak medeniyetlerin inşasında kendinden söz ettirmiştir.
Aklı ile hareket eden insanlar; her nimetin Allah’ tan geldiğine kani olarak ne kadar ikram ederse o kadar çoğaldığının bilincinde ve gelen misafirin bereketiyle geldiğinin de idrakindedir. Bu sebeple aç kalmak ve doymak gibi bir duygudan halas olan İslam coğrafyasının o zamanki sakinleri doğadan aldıkları güçle yiyeceklerini ateşle kurutmuş toprakla muhafaza etmiştir.
Testide ne varsa dışına o sızar minvalince güneşle toprak arasında ilişki kurarak yaşamına devam eden insan; güneşin yakıcılığı ile toprağın cömertliğini kendi bağrında yaşamış ve bu cömertliği, çevresine, ailesine ayrıca bil cümle kâinata hissettirmiştir. Samimiyetin, dostluğun, kardeşliğin, fesatsız ve hasetsiz bir yaşamın bereketli günlerinin gündüzünü sohbetlerle, ilimlerle ve hakkaniyeti yaymakla; gecesini de ibadet ve taatle geçiren bu insanoğlu, koskoca bir insan kültürünü inşa ederek Türk –İslam medeniyetinin çamurunu topraktan almış, güneşle yakmış, sevgiyle yoğurmuş ve sabırla yükseltmiştir. Bunun sonucunda ise abayı yakmak, yanıp tutuşmak, bağrı yanmak gibi deyimleri meydana getirerek sevgiyi âdemoğlunun gönlüne nakşetmiştir.
Modernitenin kılcal damarlardan başlayan hareketi, kalbe kadar inerek maddeperest algıları çoğaltıp her geçen gün enayilik( bencillik) sıfatı yediden yetmişe sirayet edince dünyevi kaygılar; doğa ile insan arasındaki aşka leke düşürmüştür. Saniyesine hükmümüzün olmadığı ahir ömrümüzde artık yiyecek ve içeceklerimizi ertesi güne hata ertesi yıla saklamaya başladık. Alışveriş çılgınlığımız yetmezmiş gibi bir de evlerimizin köşesine evladiyelik derin dondurucular koyup ilkokul sıralarındaki çocukların beslenme çantasına vakti geldiğinde çıkaracağı beslenme gibi biz aciz varlıklar da ileriki zamanlar için beslenmelerimizi artık derin dondurucularda saklamaya başladık.
Kilitli poşetlere büyük bir özenle doldurulup dondurulmayı bekleyen yiyecekler, buzdolabında ve derin dondurucularda sıra sıra istiflenirken “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hadisini unutmakla kalmayıp başka yok mu diye de gözlerimizi etrafa dikkatlice gezdirmekteyiz.
Derin dondurucu ile insan arasındaki ilişkiye münhasır olarak bizler de dondurucular gibi olunca insana ve insanlığa soğuk davranmaya başladık. Komşularımıza ve mesai arkadaşlarımıza anadan akraba babadan soy değil diyerek samimiyetsiz kaldığımız gibi akraba kelimesinin kökünü de akrebe bağlayarak akrabalardan da uzak bireyselci bir yaşam felsefesi oluşturup kendimiz ile insanlar arasına bir buz dağı örmekteyiz. İnsanlığın derdinden uzak “Bana Ne’ci” bir hayat algısı içinde dört duvar arasına sıkışarak yalnızlaşan mutluluk söylemleri, derin dondurucunun dırıltısı değildir de başka nedir?
Velhasıl güzel insan!
Makinelerin sertliği derin dondurucuların soğukluğu gönlümüze hükmedince, insanlığa olan sevgimizi ve güvenimizi çıkarıp tabiata teslim etmenin kokuşmuşluğa sebebiyet vereceğinden, bizler de duygularımızı, günü gelince kullanırız, diye derin donduruculara koyarak hayatı dondurmayı başardık.