Suların Yükü: Yüksekova’da Bir Derenin Taşıyamadığı Sessizlik

Suların Yükü: Yüksekova’da Bir Derenin Taşıyamadığı Sessizlik
Abone Ol

**

Bir kenti anlatmak için yüksek binalarına, caddelerine, kalabalığına bakılmaz sadece. O kentten geçen suya bakılır. Çünkü su, bir yerin vicdanıdır. Temiz akıyorsa umut vardır, berraksa güven vardır, hayat doluysa huzur vardır. Ama ya bulanıksa? Ya dibi görünmüyorsa? Ya içinde balıklar can çekişiyorsa?

**

Yüksekova’dan geçen Büyükçay Deresi, bugün bir su kaynağı değil; bir suskunluk kaynağıdır. Üzerinde biriken plastikler, dökülen atıklar, dipte çürüyen canlılık… Hepsi tek tek insanlığın doğaya nasıl yüz çevirdiğini haykırıyor. Ama biz bu haykırışı duymuyoruz. Duymazdan geliyoruz. Belki alıştık, belki de vazgeçtik. Oysa vazgeçtiğimiz şey, yalnızca bir dere değil; birlikte yaşama ihtimalimizdir.

**

“Doğa ne nefret eder ne de affeder; sadece hatırlar.” der Carl Jung. Büyükçay da unutmayacak. Ne atılan plastik şişeleri ne kontrolsüzce dökülen deterjanları ne de o suda yaşama tutunmaya çalışan balıkların son çırpınışlarını… Dere, hepimizi hatırlayacak. Çocukların el ele piknik yaptığı, kuşların serinlediği, çiçeklerin sulandığı o günleri de hatırlayacak; bugünü de.

**

Bu sadece bir çevre kirliliği değil. Bu, toplum olarak kaybettiğimiz sorumluluk duygusunun yansımasıdır. Dereye atılan her çöp, doğanın değil; insanlığın yüzüne atılmış bir tokattır. Çünkü doğa kirlenmez, doğa kirletilir. Ve kirleten her zaman biziz. Bilerek ya da bilmeyerek, susarak ya da görmezden gelerek…

**

Unutmayalım: Balıklar konuşamaz. Kuşlar dile gelemez. Çiçekler ağlayamaz. Ama hepsi birden ölüme yürürken, sessizlik içimizi delip geçer. Bu sessizlik aslında bizim aynadaki yansımamızdır. Derenin yüzeyi ne kadar bulanıksa vicdanlarımız da o kadar bulanık demektir.

**

“Gerçek uygarlık, insanların toprağı, suyu ve havayı nasıl bıraktığıyla ölçülür.” diyor Jane Goodall. O hâlde biz nasıl bir uygarlığın izini bırakıyoruz Yüksekova’da? Balıkların oksijensizlikten kıyıya vurduğu, çocukların artık ayaklarını suya sokamadığı, kuşların uğramadığı bir dere… Bu mudur bırakmak istediğimiz gelecek?

**

Oysa çok mu zordu temiz bir suyu korumak? Derenin kenarına birkaç çöp kutusu koymak, atıkları gelişigüzel boşaltmamak, çocuklara küçük yaşta doğa sevgisini aşılamak… Küçük adımlar, büyük hayatları koruyabilirdi. Ama biz büyük laflar ederek küçük şeyleri ihmal ettik. Şimdi ise küçük canlıların ölümünü seyrediyoruz.

**

Ve bu sadece Yüksekova’nın meselesi değil. Bu tüm insanlığın sorunu. Çünkü suyun dili yok ama yankısı her yere ulaşır. Bugün Yüksekova’da kirlenen su, yarın başka bir şehirde kuruyan bir tarla olur. Bugün burada ölen bir balık, yarın bir çocuk için yok olan bir doğa masalıdır. Ortak yaşam alanı dediğimiz şey, sadece insanların alanı değil; hayvanların, bitkilerin, rüzgârın ve suyun da evi.

**

Hermann Hesse şöyle der: “Bir ağaç bile göğe doğru uzanırken bize huzurun ne olduğunu anlatır.” Bizse bir ağacın gölgesini bile çöple örtmeye başladık. Ama hâlâ geç değil. Dereyi temizlemek sadece belediyenin işi değildir. Her vatandaşın, her annenin, her öğrencinin, her insanın sorumluluğudur. Çünkü temizlik, çevreden önce zihinlerde başlar. Doğa sevgisi önce evde başlar.

**

Yüksekova yeniden yeşerip berrak sulara kavuşabilir. Balıklar yeniden dibi görebilir, çocuklar yeniden kıyıya inebilir, kuşlar yeniden o derenin üstünden süzülebilir. Bunun için yapılması gereken ilk üç adım: : “ Farkına varmak, el ele vermek ve susmamak.”

**

Sözün özü, dere ne kadar kirliyse toplum o kadar suskundur. Ve toplum ne kadar suskunsa doğa o kadar acı çeker. Gelin bu suskunluğu birlikte bozalım. Çünkü bir derenin temizliği, yalnızca bir çevre meselesi değil; bir insanlık sınavıdır. Ve bu sınavda geç kalmak, geleceği kaybetmektir.