Bu ülkede asgari ücret yalnızca bir maaş değildir; fizik kurallarına, mantık yasalarına ve insan onuruna meydan okuyan bir fenomendir. Hatta öyle ki, benim çocukken izlediğim çizgi filmlerde bile bu kadar imkânsıza meydan okuyan kahraman görmedim. Asgari ücret, adeta kendi başına bir süper kahraman: Her gün dövülüyor, eziliyor, aç bırakılıyor ama yine de ayakta kalmayı “başarıyor”. Gerçi ayakta kalmak mı, sürünmek mi, orası meçhul…

Yılın son günlerine doğru memlekete bir heyecan çöküyor. Hani insanlar piyango biletine umut bağlar ya… Bizimkiler de umutlarını Asgari Ücret Komisyonu’na bağlamış durumda. Bir masa, etrafında kravatlı insanlar, önlerinde kağıtlar… Sanki atomu parçalayacaklar. Oysa yaptıkları tek şey, koca bir memleketi küçük bir rakama sığdırmak.

Toplantının ilk günü herkes çok ciddi. “Emek kutsaldır”, “Çalışanımızı koruyacağız”, “Bu yıl beklentiler yüksek”… Çaylar geliyor, kaşlar çatılıyor, kalemler şak şak masaya vuruluyor. Dışarıdan bakan sanır ki memleketi Mars’a taşımanın planı yapılıyor.

Ama ikinci güne gelindi mi hava değişiyor. Üçüncü güne gelince ciddi ciddi unutuyorlar ne konuştuklarını. Son gün çıktıklarında yüzlerinde bir rahatlık:
— Maaşı bulduk!
— Kaç?
— Öyle bir rakam ki… İşçi aç kalmayacak!
— Doğru mu?
— Tabii aç kalmayacak… Çünkü markete girecek hâli kalmayacak.

Rakam açıklanır açıklanmaz ülkede iki farklı sahne yaşanıyor. Birincisi: Yüzü düşmüş, eli titremiş milyonların “Bu parayla nasıl geçineceğiz?” isyanı.
İkincisi: Rakamı duyup da sevinç gözyaşları döken bir kitle.
Sanki maaş değil, kutsal bir emanet verilmiş.
Bu kitleye bakınca insan içinden “Acaba onlar farklı bir ülkede mi yaşıyor?” diye sormadan edemiyor.

Ekonomistler hesap yapıyor, sendikacılar açıklama yapıyor, gazeteciler yorum yapıyor… Ama asıl hesabı kasap, fırıncı ve market yapıyor. Çünkü rakam açıklanır açıklanmaz zamlar da aynı hızla sıraya giriyor. Etiketler öyle bir yükseliyor ki, peynir reyonda “dokunmayınız” yazısıyla sergilenmeye başlanıyor. Et ise mücevher değerinde; kasap dükkânı neredeyse kuyumcu gibi.

Ve tabii ki yıllardır değişmeyen klasik replik geliyor:
“Bu yıl işçimizi ezdirmedik!”

Bir gün gerçekten ezdirmedikleri olsa hepimiz teşekkür edeceğiz ama şimdilik tek ezilmeyen şey, rakamın kendisi. Çünkü hâlâ her yıl aynı çaresizlikle geri dönüyor.

Şunu kabul edelim:
Bizde asgari ücret bir maaş değildir; devletin topluma yaptığı yıllık fıkra kıvamında bir duyurudur. İnsan gülerken utanır, utanırken güler.

Aziz Nesin yaşasaydı, eminim şöyle yazardı:
“Bu ülkede asgari ücretle yaşayan adama acımayın. Adamda öyle bir dayanıklılık var ki, onu laboratuvara koysanız bilim insanları şaşkınlıktan bayılır.”

Ama biz hâlâ umut ediyoruz.
Belki gelecek yıl komisyon toplanır, karar verir ve ilk kez tarihe geçecek bir şey olur:
İnsanca yaşanabilecek bir maaş.

O gün gelene kadar…
Asgari ücret bu ülkenin kara mizahının başrol oyuncusudur.
Hem ağlatır, hem güldürür, hem de “Biz nereye gidiyoruz?” diye sordurur.

Ama asıl acı olan şu: Asgari ücretin rakamından çok, bu rakama mahkûm edilen hayatların solgunluğu. Sofrasında eksilen ekmeğe rağmen gülümsemeye çalışan bir anne, her gün yol parasını hesaplayan bir baba, harçlık isteyemeyen bir çocuk… Bu ülkede asgari ücret sadece bir maaş değildir; insanların hayallerinin küçültüldüğü, geleceğin daraltıldığı, umutların sessizce boğulduğu bir eşiğin adıdır. Ve trajedi tam da burada başlar: Rakamdan şikâyet eden çoktur, ama o rakamla yaşamaya mahkûm edilen milyonların yükünü anlayan çok az. Çünkü bu ülkede geçim değil, “geçiştirme” öğretiliyor; yaşam değil, yalnızca dayanma. İşte en büyük acı da budur.

Muhabir: Viyan Orhan