TEDAVÜLDEN KALDIRDIK

 

Kültürel yapının gereklilikleri ile dini ritüellerin homojen bir yapı kurarak insana; toplum içinde saygın bir kimlik kazandırıp nezaketin, zarafetin, beyefendiliğin veya hanımefendiliğin zuhur etmesini sağlayan sosyal kurallar, Doğu medeniyetinde sevginin ve edebin üzerine temellendirilmiştir.

 

Allah cc. sevdiği kullarının gören gözü işiten kulağı olacağını Kuran'ı Kerimde beyan ederek her organın kendine özgü hallerinin olduğunu vurgulamıştır. Bu nedenle insanın her hareketi bir edep çerçevesinde gelişmelidir. Hatanın, kusurun veya günahın ne olduğundan öte kime karşı olduğu sorusu sorulduğunda karşımıza Allah’ın yarattığı varlıklar ve tüm bunların sahibi Allah çıkmaktadır. Öyleyse Yunus Emre düsturunca yaratılanı yaratandan ötürü sevmek zorundayız.

 

Bezm-i âlemi sevgi üzerine yaratan Allah cc. kulun gönlüne sevgiyi yerleştirmiştir ki insan, canlıya karşı merhametli, cömert ve tevazu sahibi olsun. Sevginin kime veya neye karşı olduğu önemli değildir. Doksan bin Mecusi'yi Müslüman eden Yusuf Hemedani, Anadolu’nun Türk ve İslam hakimiyeti altına girmesini sağlayan Ahmet Yesevi ve onun alperenleri ve daha niceleri olan Hacı Bektaşi Veli, Abdal Musa, Yunus Emre, Emir Sultan ve Mevlana tabiata ve insanlara karşı sevgide saygıda tevazuda ikramda ve isarda kusur etmeyerek koskoca bir medeniyeti edeb üzerine inşa etmişlerdir.

 

Peki bu medeniyetin evladı olan bizler ?

 

 Övündüğümüz toz kondurmadığımız bu muasır medeniyetin büyüklüğünü ve insancıllığını insanlığa öğrettik

de biz öğrenebildik mi? Sevginin rafa kaldırılıp çıkarcılığın ve istismarcılığın ısıtılıp ısıtılıp yendiği, vicdanın

mahrem bir fotoğraf gibi cüzdanlarda saklandığı; koltuk, makam ve mevki hevesinin ortalıkta cirit attığı, küçük dağları ben yarattım dercesine insanlara küçümsenerek bakılan, ego işkembesinin benlikle şişirildiği ve ekâbirliğin

fırından çıkan ekmek gibi tüttüğü bir toplumda…

 

Yüzlerin ekşitildiği, tevazunun insanlık borsasında taban yaptığı, ahlakın ve edebin nazariyetçiliğinin yapıldığı minyatür suratlarımıza bin bir türlü maskeleri takarak hiçbir şekilde kendimiz olamadığımız, kapılar ardında

dedikodular çevirip sonrasında gülücükler saçtığımız; hasetçiliğin ve dahi fesatçılığın kuru fasulye gibi şişkinlik yaptığı; günahın sevabın tedavülden kaldırılıp suç ve suçsuzluğun olduğu; seküler merkeziyetçi, nanist ve hedonist düşüncelerin nüfuz ettiği bir toplumda sevgiden saygıdan konuşmamız mümkün müdür? Elbette mümkündür; mümkün olması da elzemdir.

 

Ancak; birey olarak kendimizi çek eder; zihin, kalp ve ruh denklemindeki koordinasyonu Kur'an ve

sünnet ışığında kurar, Mevlana ' yı, Yunus'u,Hacı Bektaşi Veli 'yi ve dahi Şah-ı Nakşibendi' yi yani bu medeniyetin manevi mimarlarını  örnek alır; eşimize, çocuklarımıza, komşumuza veya meslektaşımıza iyi bir model olursak konuşabiliriz; aksi halde beklenilen bir günün evvelindeki yaşamlarda; sana, bana, bize ve kimseye dokunmayan yılan bin yıl yaşasın sözüyle kurduğumuz hayat felsefesinin parfüm kokusu insanlığın bebeksi tütüsünü imha edecektir.