Yaşadığımız şehir Yüksekova, şehir olarak kurulduğu günden beri üç kuşağın yaşamına sahne oldu: Dedelerimiz, babalarımız ve biz.

Bu şehre ilk yerleşimciler olarak civar köylerden ve çevre şehirlerden göçüp gelen dedelerimiz çok büyük maddi sıkıntılar içinde yaşadılar. Doğup büyüdükleri mekânları arkalarında bırakıp bu şehre göç ettiler. Birçoğu arkasında hiçbir şey bırakmadan, birçoğu da yanına hiçbir şey alamadan yerleşti bu şehre. Boş durmadılar, umutsuzluğa kapılmadılar. Başlarını sokacakları toprak bir ev inşa edebilmek için yoktan var edip imkanlar yarattılar. Sabahın köründe uyanıp çalışmaya koyuldular. Çok çalışıp az uyudular. Sonra geniş topraklar satın aldılar ve ekip, biçip, işlediler. Bağ, bahçe oluşturdular, hayvan beslediler, ovanın bereketinden nasiplendiler.

Toprak medeniyetinin son temsilcisi olan dedelerimiz kültür, medeniyet, doğa ve insani bilinç olarak bizden çok daha iyi bir birikime sahip oldular ve bu şehrin tarihinde derin bir iz bıraktılar.

Sonra babalarımız büyüdü, dedelerimizin işlerini tamamladılar. Onlar da babaları gibi durmadan didinip çalıştılar, toprak satın aldılar, yeni evler yaptılar, evlenip aile kurdular, çoluk çocuk sahibi oldular. Yaşlanan anne babalarına sevgi ve merhametle baktılar, onların emeklerini bir an bile unutmadılar. Ailelerini bir arada tutmak, çocuklarını okutmak ve iyi yaşatmak için her şeyi yaptılar, her işe koşturdular. Yeni işyerleri kurdular. Bu şehrin mevcut çarşısını inşa ettiler. Memleketin ilk ustaları, esnafları, işçileri, vs. oldular.

Babalarımız,  dedelerimizden aldıkları maddi ve manevi mirasa sıkı sıkıya sahip çıktılar. Toprak medeniyetinden beton medeniyetine geçtiler. Ama betonu kalabalık ailelerini bir arada tutabilmek ve daha iyi şartlarda yaşatabilmek için kullandılar. Geniş evler inşa ettiler. Akrabalık ilişkilerini sıkı sıkı korudular. Özel mülkiyetlerini akrabaları ve köylüleriyle paylaştılar. Onlar da bu şehrin tarihine kocaman ve silinmez harflerle yazıldılar.

Sonra bizler büyüdük, babalarımıza yetiştik. Onlara destek olmak istedik ama onların desteğe ihtiyacı yoktu. Desteğe ihtiyaç duymayacak kadar çalışmış ve mal biriktirmişlerdi. Son anlarına kadar çalışmaya ve ayakta kalmaya gayret ettiler, bize muhtaç olmadan bu fani dünyadan göçüp gittiler. Bugün çoğumuzun sahip olduğu şeyler onlardan kalmadır.

Bizler de onlar gibi olmak istedik ama olamadık; ne bu güzelim şehre sahip çıkabildik, ne topraklarımızı genişletebildik, ne sağlam evler inşa edebildik, ne bereketli işyeri kurabildik, ne huzurlu yuvalar kurabildik, ne de ailelerimizi bir arada tutabildik. Her birimiz bir tarafa dağıldık. Değerlerimizi yitirdik. Sevgiyi, saygıyı, merhameti, dürüstlüğü, çalışkanlığı, yardımı, birlikteliği, helal-haram anlayışını, mahalle kültürünü, komşu ve akrabalık ilişkilerini, kısacası bizi biz yapan her şeyi yitirdik.

Kendimizi yitirdik.

Dedelerimizden ve babalarımızdan kalan mirasa sahip çıkamadık. İçinde çocukluğumuzun geçtiği o sıcak, şirin ve huzur dolu şehri hırsımıza, egomuza, kinimize, kıskançlığımıza, doymak bilmeyen nefsimize, küçük hesaplarımıza kurban ettik.

Bilgi, beceri ve makine gücü olarak dedelerimizden ve babalarımızdan kat kat daha fazla gelişmiştik oysa. Böyle olmamalıydı. Daha güzel, daha yaşanılır bir şehir ve yaşamı inşa edebilirdik ve yine de edebiliriz. Geç kalmış sayılmayız. Ama geldiğimiz noktada başarısızlığımızı, eksiklerimizi, hatalarımızı ve yanlışlarımızı samimiyetle kabul edersek, el ele verip çabalarsak babalarımız ve dedelerimiz gibi bizlerde bu şehrin tarihinde güzel izler bırakabiliriz...