Pencere kenarına bıraktığım öfkem iki damla gözyaşı oluyor topladığım keder. Benim olmayan acı, başkasının acısı ile kardeşlik kokuyor. Karanlık melodiler ile bağını koparan rüzgârlar uçuşuyor. Bir tufan patlasa, yer gök ağlasa az gelir. Dostluğumun bağı kopuk tüm kelimelerim acıyor, umut şimdi hangi kavganın esiri ve ben hangi kavganın mağduruyum? Onuncu köye sığınan mülteciler gibi geceye sığınmışız, gece bizi konuk edeceğine kış avlusuna bırakmış. Oysa biz ona baharda açan nergisler ile gelmiştik.

Büyülenmiş sözler, iki ruhun cümle yapısına dönmüş kelimeler, imgeler yasta, şiir değil ağlayan bir kent kendini yağmura bırakıyor. Gökyüzünün geceye akıttığı “gözyaşının adıdır yağmur.” Çelimsiz ve kırılgan oluşundandır hüzün kokması. Bin asırlık bir öfkeyim kendini çarmıha geren bir yalnızlık… Kinin ve nefretin arasında kendini koparmış bir sayfayım, annemin surat astığı bağımsızlığım. Her bir romanın kahramanı bir bir çekip gitti. Şimdi trajediye döndü son replik. Bu kadar çok kayıp varken nasılda sessizliğin esiri olunur? Bu kadar aymazlık neden? Kanlı kızıl uçurtmalar ile büyüyor çocuklar. Kadınlar ise ipek yeleli erkekler doğuruyor.

Ben yanıyorum, kıblem ağlıyor, tüm insanlar kadar ruhsuzum. Kırlangıçların vurulduğu zamanlarda çoban yıldızı parlasa bile yeni günler yoktu. Yokluklara sardım gözyaşlarımı. Oysa en az herkes kadar haksız ve en az herkes kadar aynıydım. İyi çocuklar yoktu artık. Suyuna giden yollar haraca kesilmiş. Emekliye ayrılan gülümsemelerim zorluyor iki yakamı. İsyanım büyüyor ve en çok yakınındakini yakıyor. Dost bildiğim kırıldığım erguvanlar büyüyor. Zaman, o anlık kargaşada kimleri sırtlayıp götürmüyor ki… Kapı önüne terk edilmiş hüzünlere diz çöküyorum ve adaletin cılız ibaresine yaslanıyorum meğer yaslandığım bir boşluktan ibaretmiş. Yoksulluğun coğrafyasında matarasız ölen çocukların düşleri ıslanır, güneşleri tutulur. 

  “Çocuklar uyurken mezarlar kazılır ve benim yüreğimde boş bir mezar bile kalmadı artık.”