“İnsanın içindeki en eski göç, bir kapının ardında başlar.”

Doğanbey’in taş sokaklarında yürürken, ayaklarımın altındaki her taşın bir zamanı taşıdığını hissettim. Zaman ağırdı burada duvarların arasında yankılanan bir sessizlik gibi. Kapıları çoktan çürümüş, pencereleri rüzgâra teslim olmuş evler birer birer baktı bana. Bir bakış ki, içinden ortak bir sızı geçiyordu.

Bu evler yıkılmış değildi sadece, bir göçün tanığıydılar. İçinde ateşler sönen ocakların, göç yollarına karışan dillerin, geride bırakılan çocuklukların, eşyaların, kokuların hikâyesini anlatıyorlardı. Her kapı, bir veda mektubu gibiydi. Her pencere, yarım kalmış bir bakış.

Tuzlu bir rüzgâr yüzüme çarptı deniz kokusu yıkılmış taş evlerin tozuna karıştı. Avlulara yabani otlar sızmıştı, kapı eşiklerine sarmaşıklar dolanmıştı. Sanki doğa da bu göçe tanıklık etmiş ve kendi yasını tutmuştu. Rüzgâr, boş pencerelerden geçerken sadece taşların arasından değil, insanın içinden de bir sızı taşıyordu.

Ve düşündüm... Belki de hepimiz bu köy gibiyiz. Hepimizin içinde bir Doğanbey saklı; bir yanımızda hâlâ ayakta duran bir taş, diğer yanımızda çoktan yıkılmış bir duvar. Göç sadece insanların göçü değil, bir hafızanın, bir dilin, bir alışkanlığın göçü. Her göç, geride bir sessizlik bırakıyor.

Bir zamanlar kahkahaların yankılandığı sokaklar şimdi rüzgâra emanet. Ama o kahkahalar kaybolmadı. Belki bir taşın gölgesinde, belki bir kapının menteşesinde hâlâ asılı duruyor. Biz baktıkça, biz dinledikçe, o sesler de yeniden canlanıyor.

O an, taşların sessizliği içimde yankılandı; sızı, göçün kendisine dönüştü. Yüreğim kocaman bir göçün hafızasına evrildi. Bu evlerin yıkılmışlığı bana sadece hüzün değil, bir hatırlayış da verdi. Hatırladıkça içimde bir göç başladı; kendimden kendime, geçmişten bugüne, taşlardan içime.

Doğanbey’in boş evleri bana şunu fısıldadı... “Bir gün herkes bir kapıyı arkasında bırakır, herkes bir taşın hafızasına dönüşür"...