Düğümler çözüldükçe acılar daha çok belirginleşir ve her zaman bir cesedi olmaz ölü bedenin. Emekliye ayrılmış mutluluğun, miladını dolduran sevinçlerin, kırkıncı yasını tamamlamış ölümlünün ardından yaşıyor isem evet yaşıyorum, kuru ve çatlamaya başlamış bir topraktan ibaret. Yorgun zamanları uyutuyorum dizlerimde. Gençliğimin devrik türkülerini eritiyorum, simsiyah geceye uyumsuz kafiyeler uyduruyorum. Gizemli bir ezgi gelip çalıyor kapımı, anlat diyor yüreğine batan gülün dikenini.

Mağduriyetimdir elimdeki yıllanmış dostumun iç sesi. Başlıklar üşür yattığı yerde, bana mırıldanmak düşer, bilmediğim dillerdeki tüm acılar yüreğime konuk olur.

Ölü bir zamanın yükü; bir ömür geçmez kendimle, seni sevmelerin şehrinde adına bahar dediğim çiçekler açmış. Şimdi bir balıkçı teknesinde tuttuğum istavrit balıklarına sesleniyorum, adın bahar mı? Sonuncu soluğunu dinlerken selam söyle, diye iç geçiriyorum. Seni bekliyorum; ay yüzünü denize sürdüğü yerde. Zaman dolduruyorum, zamanı tüketiyorum kendi zamanımın müebbetlisi. Ağır bir ihtilal sonrası anlamsız gelen gazete manşetleri gibi kendimi ölümlüler koğuşuna hapsettim. Siyah, beyaz resimlerin kaldı duvar oyuklarında. Yoğun bir sis önce bana saplanıyor, sonra inandığım değerlere. Sahne arkası hep tövbeler, hep vazgeçirmişlikler. Yine gelsen diyorum bozuk lehçemle, mülteci özlemlerimle sana sarılsam.

Avluya açılan tek pencere sana açılıyor, öksüz bir çocuk gibi kırılan ışık sana sığınıyor. İnsafı ve kurtarıcısı olmayan hayatın içinde, hiç gelme ihtimali olmayan sana dair demlenmiş hüzünler akıtıyorum göz çukurlarımda. Zamandan şikâyetçi takvim yaprakları küflenip kopuyor dalından, cümlelerden gemiler yapıyorum. Ben yüzdürmeden onlar batıyor. Ben çürüyorum, sen içimde çoğalıyorsun. Sonra dönerim dediğin yerde bir tek kendimi buluyorum. Şiire sarılı cesetler kaldı üstü örtülmeyen, şimdi bana gözyaşını söndür dersen daha çok ağlarım. 

 ‘‘Adın bahar diye mi sonbahar oldun?’’