“Senin içinin sızı yerinden,
benim yüreğimin sessiz ucundan.”

Bayramlar kalabalıklar ister. Ses, koku, kahkaha, dua… Ve her ne kadar sofra tamam görünse de, bir sandalye eksikse hiçbir şey tam değildir. O boş yer, suskunluğun içinde ki en yüksek sestir aslında. Çatalın tabağa değdiği, çayın buharının havaya karıştığı her an, bir eksiklik gelir yerleşir masanın ucuna. Bir sandalye boşsa, sadece oturanı eksik değildir. Söylenmemiş bir söz, tutulamamış bir el, tamamlanmamış bir vedadır orada bekleyen.

Oysa en çok orası anlatır bayramı. Gelmeyenleri, dönemeyenleri, susarak gidenleri. Her sofraya bir gölge gibi düşenleri. O sandalye bir yas değil, bir yokluk değil tam tersine, bir varlığın artık şekilsiz kalmış izi. Ve o iz, sandalyeyi her şeyden ağır yapar.

Kimse o sandalyeye doğrudan bakmaz. Ama herkes bilir. Orası bir yokluk değil; tam tersine, bir zamanlar orada var olanın hâlâ içimizde taşıdığı ağırlıktır. Kimi zaman bir baba otururdu orada; sofranın başıydı, kelimeleri az ama yeri sağlamdı. Kimi zaman bir anne, sesiyle değil bakışıyla tutardı her şeyi bir arada. Kimi zaman da yüreğimizin diğer yarısı bir kardeş ya da ardına bile bakamadan gitmiş biri. Sadece bir isim değil, bir iz bırakmış olan.

Bayram sabahları erken başlar, eller öpülür, kahveler pişer, çocukların gözünde dünya biraz daha şekerli görünür. Ama büyüklerin kalbinde hep o bir eksik: dönemeyen, gelemeyen, artık susan…

Biz büyüdükçe bayram küçülür sanki. Çünkü içimizde ki bazı sandalyeler hiç dolmaz. Bazı yerler oturulsun diye değil, hatırlansın diye kalır. Ve zamanla anlarız ki o boş sandalye, sadece bir eşya değil…

Tamamlanamayan cümlelerin, yarım kalmış öykülerin oturduğu yerdir. Belki bir dua mırıldanırız içimizden. Belki çatalı uzatırken hep iki tabak koyarız fark etmeden. Belki de sadece bakar, sessiz kalırız. Çünkü bazı yaslar sessiz tutulur. Ve bazı sevgiler, artık sadece yokluklarıyla hatırlanır. Boş bir sandalye, bazen bir ömrün ağırlığını taşır. Ve "bayramlar en çok da o ağırlığın sessizliğinde büyür"...