Her şey aynı gibi görünür; sokak aynı yorgun sessizlikle uyanır, gazeteler aynı cümleleri döndürür, çay demi yerini bulmuştur. Ama bir şey eksiktir. Adını hemen koyamazsın. Sabahı bölen bir kahkaha, bir halkın alnına konmuş sıcak bir el, kelimeleriyle içimizi dürten biri yok artık. Boğaz kıyısında yürürken, bir an gelir; ciğerine dolan havada bir eksiklik hissedersin. O eksiklik yalnızca bir insanın ölümü değil, bir bakışın, bir duruşun, bir gülüşle anlatılabilecek koca bir tarihin elden kayışıdır. Gidişinin ardından şehir büyür ama ruh daralır. Bazı ölümler vardır ki, yalnızca bir bedeni değil, birlikte yaşadığımız bir ihtimali de alır götürür.

Koca meydanlar şimdi daha geniş, ama daha sessiz. Mikrofonlar hâlâ açık, ama bir ses eksik. Söylenmemiş bir cümle gibi, eksik kalmış bir dizenin ağırlığında kıvranır zaman. Bazı insanlar vardır; sesini duyduğunda hatırlarsın hangi yüzyılda olduğunu. Sadece söyledikleriyle değil, sustuklarıyla da anlam kazandırırlar zamana. Onun suskunluğu bile yüksek sesle konuşurdu. Kırılgan bir mizahı vardı; öyle bir mizah ki, kahkahayı attıktan sonra içini burkan bir sızı bırakırdı geriye. Gülersin, ama ardından bir halkın yarası geçer aklından. İşte bu yüzden o, yalnızca bir insan değil, bir hissin taşıyıcısıydı. Şimdi o his eksik. Bir türkü başlarken içine oturan sessizlik gibi… Bir şiirin son dizesi yokmuş gibi…

Üzerine çok şey söylenebilir ama hep eksik kalır. Çünkü bazı insanlar sadece söyledikleriyle değil, varoluşlarıyla yazarlar tarihlerini. Sözlüklerde bulunmayan ama gözler arası sessizlikte anlaşılabilen bir dil konuşurlar. Bazıları konuştuğunda halk toplanır, bazıları sustuğunda halk dağılır. Şimdi suskunuz. Çünkü onun yokluğu sadece bir sesin değil, vicdanın, mizahın, insanlığın da sessiz kalması demek.

Şimdi içimizde yankılanan bir eksiklik var. Ne bağırıyor, ne fısıldıyor — sadece orada duruyor. Bir sandal gibi kıyıdan çekilmiş; isimsiz, sessiz. Ardında ne dalga var, ne iz… Ama geçtiği sular hâlâ titriyor. Her sabah eksik başlıyor artık. Çünkü bazı sesler sadece konuşmaz, zamanı da ayakta tutar. Onlar sustuğunda tarih bile sendeleyerek yürür. Bu eksiklik, yalnızca bir insanın yokluğu değil; bir direnişin, bir gülüşün, bir şiirin tamamlanamayan mısrasıdır. Ve biz o mısrayı her gün biraz daha yüreğimizde tamamlamaya çalışıyoruz. Bazı gidişler öyle sessizdir ki, ardından sadece rüzgâr kalır. Ama o rüzgâr, bir halkın yüzünde, yüz yıl boyunca eser.

Ve belki bir gün, o eksik mısrayı tamamlayacak olanlar, onun hayal ettiği o kalabalık çocuklardır… "Sessiz ama umutlu bir sabaha uyananlar".

Yaşarken tamam mıyız? Hayır, çoğu zaman değiliz. Belki de insan, eksiklikleriyle tamamlanıyor.
Ama bazıları, giderken içimizde bir eksiklik bırakıyor… Onları eksik kaldığımız yerlerden tanıyoruz. Ve biz, acıya rağmen anlayanlardan oluyoruz — çünkü eksikliğin dili susmaz, içimizde hep konuşur.

Öte yandan, kendi eksikliklerini hiç fark etmeyenler var. Her gün biraz daha çoğaltıyorlar o boşluğu.
Bir iz bırakmadan gidiyorlar ne bir anlam, ne bir anı sadece sessiz bir hiçlik.
Geride kalanlara yalnızca bir “neden?” Sorusu bırakıyorlar — cevapsız, kimsesiz...