**

İnsanın içine dönmesi uzun ve sessiz bir yolculuktur. Mektupsa, o yolculuğun pusulası.

**

Kendine hiç mektup yazdın mı?

Adresi belli olmayan bir zarfa kendi adını yazıp… Ama yollamaya bir türlü cesaret edemedin mi? İnsan, en çok kendisine mektup gönderemez. Çünkü bazı cümleler sadece kalpte yankılanır, kâğıda döküldüğünde eksilir.

**

Kendimize yazdığımız mektuplar vardır. Yazılmış ama yollanmamış, okunmamış ama ezbere bilinen… Ne elden çıkar ne yürekten. Bazen bir gece uykunun eşiğinde belirirler, bazen bir sabah aynaya bakarken. Ve hep yarım kalırlar çünkü en çok kendimizle yüzleşmekten korkarız.

**

Marcel Proust, yıllar süren yalnızlığının ve içe dönüşlerinin sonunda şöyle der: "Gerçek keşif, yeni yerler görmek değil; yeni gözlerle bakmaktır."

**

Belki de bu yüzden kendine yazılan mektuplar, hiçbir zaman yola çıkmazlar. Çünkü insan, kendine henüz bakacak gözleri bulamamıştır.

**

Biz en çok kendimize susarız. Başkalarına anlattığımız onca şeyin, dönüp dolaşıp kendimize söyleyemediğimiz bir kelimesi olur. Bu yüzden kendi sesimiz, en yabancı gelen sestir bazen. Oysa mektuplar, bir iç sesin dışarıya taşma çabasıdır. Bir tür iç sızı. Bir tür geç kalış. Bir tür var oluş.

**

Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da şöyle der: "İnsanın asıl trajedisi, ne olduğunu bilmeden yaşamasıdır."

**

İşte bu yüzden mektuplar yazılır. Kendi içimize dair bir iz bırakmak için. Bir gün hatırlamak için. Ya da en çok: Unutmamak için.

**

Bazen mektuplar yazılmaz çünkü kelimeler kırılır. Duygulara sığmaz, satırlara sığmaz, sana sığmaz… Ve insan, kendi içine mektup göndermeye kalktığında, önce içindeki kalabalıklarla yüzleşir. Kaçtığı, görmezden geldiği, susturduğu ne varsa hepsi o zarfın içindedir.

**

Rainer Maria Rilke, Genç Bir Şaire Mektuplar’da şöyle yazar: "İçine dön. Hayatın anlamını, ancak orada bulacaksın."

**

Ama o iç, herkesin yürümeye cesaret edebileceği bir yol değildir. Çünkü orası kırılmış aynalarla doludur. Ve insan, kendi yansımasında en çok orada kanar.

**

Yazılmamış her mektup, bir iç göçün izidir. Kendinden uzaklaştığın her an, bir başka adrese yöneldiğin bir sapmadır. Kendine dönmeyen mektuplar da bu sapmanın ispatıdır. Kâğıda dökülürler ama yol bulamazlar. Çünkü yol, çoktandır kaybolmuştur.

**

Ve bir gün, yıllar sonra… Bir çekmece açılır. Eskimiş bir kâğıt bulunur. Kalem lekeleri, titrek bir yazı… İmza yok. Ama sen anlarsın: O mektup sana yazılmış. O “ben” hâlâ sensin.

**

İnsanın kendine döndüğü an, zamanda bir çatlak oluşur. Geçmiş, gelecek, şimdi hepsi tek bir satıra yığılır: “Ben seni hiç duymamışım.”

**

İşte bu yüzden mektup bir kâğıt değil, bir aynadır. Ve çoğu zaman en gerçek yansıma, gönderilmeyen zarflarda saklıdır.

**

Virginia Woolf şöyle yazar günlüğüne: "Her insanın içinde, asla kimsenin okuyamayacağı bir metin vardır."

**

Belki de biz o metni kendimize bile okutamayız. Çünkü bazı yazılar yalnızca hissedilir. Ve bazı mektuplar, sadece bekler.

**

Belki bir gün… Bir sabah uyanır ve ilk kez kendine bir cümle yazarsın. Adınla başlayan, suskunluğunla biten bir cümle. Ve o zaman mektup yola çıkar. Ne zarf gerek ne pul. Sadece içten bir kabul. Çünkü kendine yazılan her mektubun asıl varış noktası kalptir.

**

Ve o mektubu okuduğunda, sessizce fısıldarsın kendine: "Ben geldim. Kendime."