**

Akşam üzeriydi. Anadolu’nun bakır kızıllığı gökyüzünü hafiften sarıya boyarken köyün eski kahvesinde oturmuş, yorgun bir adam geçmişe baktı. Küçük kilimlerle kaplı ahşap masanın üstünde kesik kesik yanıp sönen gaz lambasının ışığı, duvarda asılı eski sazın tellerini aydınlatıyordu. Kendi hayatına duyduğu geç kalmışlık hissi, kahvenin ağızda bıraktığı buruk tadın dokusu gibi üstüne çökmüştü. Henüz otuzlu yaşlarında sayılırdı ama kalbindeki yük, kuşaklar boyu taşınan kadim yalnızlıkları bulandırıyordu ruhunda. Etrafta konuşulan onca şey, gülüşen o kadar insan varken, bir tek kendi sessizliği vardı. İçi ürperdi; yüzündeki çizgiler artık sadece yaşın değil, gecikmiş hayallerin de izlerini taşıyordu. Stefan Zweig’ın tanımladığı gibi, “İnsanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur,” hissediyordu bu gece. İçindeki ses daha da yükseldi: Dostoyevski’nin satırlarını mırıldanıyordu, “Ben yalnızlığı sevdim, çünkü kimse kırmıyor orada beni.” Gerçekten de öyleydi; çünkü yıllar önce bir bayramda binlerce insan arasında bile kendini “derin bir yalnızlık” içinde hissetmişti.

**

Omuzlarına yılmadan binen bu yalnızlık yüküyle yürürken, içinden biri mırıldanıyordu: “Sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca…” Yaşamın çok geç kalınmış bir senaryoyla yazıldığı hissi, bu türküdeki nakarat kadar çaresizce sarıyordu yüreğini. Her adımında atlayıp geçen yılların ağırlığını hissediyor, gitmektense yürümeyi seçmeye çabalıyordu. Uzakta bir tren istasyonunda yeni bir hayata binmeyi hayal ediyor, o dellenmiş anılara el sallıyordu. Kulaklarında bu kez başka bir türkü vardı: “Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” Bu mısralar yıllar boyu özlediği her şeye yakarıyordu adeta. Soğuk bir rüzgar yüzünü yalayıp geçerken o dizeyi fısıldadı: “Nice sultanları tahttan indirdi, nicesinin gül benzini soldurdu; nicesinin yolunu gönderdi, bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.” Yine de bu sözler ona bir selam gibiydi; uzak bir trenin düdüğü gibi, henüz nereden geldiğini bilmediği bir anının kapısını çalıyordu. Şimdi bütün bekleyişleri yanıtını bulamayan kalbi, bu türkülerden bir ağıt dinler gibi hıçkırıyordu. Bu ağır ağıt, geceyi dalga dalga inletti; sanki mağaralarda yankılanan eski bir ezgi gibiydi. Arkada köy kahvesinden gelen ninniler, uzak bir sütçünün sabahın ilk sütünü taşıyan torbası gibi bulanık bir sessizlikle içini sarıyordu. Birden Yaşar Kemal’in sözü döndü dudaklarında: “İnsan bir kere birine geç kalır ve bir daha hiç kimse için acele etmez.” Belki de tüm hayatı boyunca hep kendi zamanını yetiştirmeye çalışmıştı.

**

Bir an durdu; belki de hiç başlamamış bir masal arıyor gibiydi. Virginia Woolf’un yazılarından bir cümle fısıldadı kulağına: “Mutluluk sessiz, sıradan şeylerdedir.” Belki doğruydu; uzakta bir umuda sarılmak yerine, mutlu olmak için yakınındaki güzellikleri görmek gerektiğini anladı. Demli çayın buharında, balkona asılı beyaz çarşafın esintide sallanışında, ocaktaki tencerede kaynayan yemeğin kokusunda mutluluğun ipuçlarını aradı. Elinin tersiyle tuttuğu ince belli bardaktaki buharı bir yıldız gibi izledi; o an fark etti: belki de her gün uyandığı evde, masasına serilmiş o küçük mucizelerde saklıydı gerçek huzur. Eski duvar saati mutfağa asaletiyle çakarken, annesinin penceresinden yükselen sarı ışıkta usulca gülümsedi. O anda fark etti ki kapı eşiğindeki eski süpürge bile ona “merhaba” diyor gibiydi; belki de en güzel hikâyeler en sıradan sabahlarda yazılırdı.

**

Gözünde hâlâ öğrencilerine şiir okuyan bir öğretmenin silueti vardı; şimdi ise sabah serinliğinde çatlamış toprağın ortasında, mavi lastik çizmeleriyle duruyordu. Hep geriden gelmişti, kimse onunla acele etmemişti; sanki hayat ona vakit tanımamıştı. Bir parça mutluluk beklerken yine eski bir türkü mırıldandı ardı sıra: “Bana kısmet değil dizinde yatmak, dizinde yatıp da yüzüne bakmak…” Bu dizeler, kadere inat gözleriyle ağlıyor, acısını içinden yükseltip uzaklara fısıldıyordu. O anda, uzaklarda eski bir değirmenin sesi yükseldi; sabahın serinliğinde dönen taşlar ona yaşamın hâlâ dönüyor olduğunu hatırlatıyordu. Küçük bir çocuk gibi, ufukta beliren uzak bir ışığın peşinden gitmek isterken bile yüreğindeki inadı ayakta tuttu. O an anladı ki belki de gitmekten vazgeçmemek, belki de ufka doğru yürümek en büyük cesaretti.

**

Bütün bunalımı çerçeveleyen o tedirgin sessizlikte, Albert Camus’nün bir cümlesi yankılandı zihninde: “Sisifos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.” Varoluşun saçmalığını kucaklayacaktı. Belki kendi yüktürünü Sisifos’un taşı gibi kabul edip her gün yeniden yokuşu çıkmaya devam etmesi gerekiyordu; belki de anladı ki bazen yapılacak en doğru şey, hayatın koynuna teslim olmaktı. Gece ilerlerken uzaklardan bir telefon sesi duydu. Annesiydi: “Akşam bir çorba içmeye gel, bizi bekliyor,” diyordu, hassas bir sıcaklıkla. Adam usulca gülümsedi; ne kadar yalnız hissetse de, bu Anadolu topraklarında her sabah temiz bir kâse sıcacık çorba kaynıyor, her akşam yılların yorgun omuzlarını hafifletecek bir sofraya oturuyordu. Ertesi güne dair içini ısıtan bu huzur, geçen yılların ağırlığını biraz olsun hafifletiyordu. Bu sabah, belki en soğuk kış gecesinden sonra bir bahar sabahıymış gibi, yeni doğmuş umutla uyandı. Bahçesinde açan ilk papatyaların heyecanıyla, her şeye yeniden sarıldı. Dünyanın tüm acıları, bazen bir çocuğun gülümsemesinde eriyebilirdi o an. Yeni günün ilk ışığına umut bağlayan bu adam artık bir daha geri dönmeyecekti. Her solan yıldızın ardından yeni bir hikâye doğduğunu biliyordu artık. Belki de her sonbaharın içinde bir bahar saklıydı; şimdi buna inanmaya karar vermişti. Geç kalmışlık, yalnızlık ve aşkın en ince notalarıydı bu yazdığı müzik; notaları artık içine çöreklenmişti. Böylece geç kalınmış olduğuna inandığı her şeyin aslında yeni bir umut sayfası olduğunu fark etti; bitmek bilmeyen bir geceyarısı masalının sayfalarını kapatıp, yeni bir sabaha umutla kucak açmıştı. Dünyanın tüm acıları, bazen bir çocuğun gülümsemesinde eriyebilirdi o an. Yeni günün ilk ışığına umut bağlayan bu adam artık bir daha geri dönmeyecekti.

**

Hecelemelerle yüklenmiş bu iç hesaplaşma, köyün basık damlarından, mahallenin sesinden farksızdı: umut, belki de her sabah yeniden filizleniyordu. O artık biliyordu; bitmiş sandığı her an, sessizce bir bahara gebe kalabiliyordu.