**
"En güzel şarkımızı henüz söylemedik,
En güzel günlerimizi henüz yaşamadık..." der Nazım Hikmet.
**
Düşünün, sabaha uyandığınızda şehrin üzerinde ağır bir sis var; sanki herkes, o sisin içinde yolunu arıyor. Yüksekova, karanlıkla aydınlık arasında bir sınır çizgisi gibi… Kimsenin tam olarak sabahı göremediği, kimsenin gecesini tam olarak uyuyamadığı, iç içe geçmiş bir bekleyişler ülkesindeyiz. Burada her sokak bir başka hikâye, her kapının ardında suskun bir yorgunluk var. Ve insan bazen şehirde değil, kendi içinde kaybolur.
**
Şehrin havası gibi ruhu da karasal: “Soğuğun iliklere işlediği kışlar, toprağın bile nefes almakta zorlandığı yazlar... “
**
Her köşe başında yitip giden bir umut, her kaldırımda biriken toz gibi üstümüze siniyor. Kentin nüfusu fazla, kalabalık ama bir o kadar da yalnız. Fabrika bacaları hayal, iş imkânları ise sadece bir söylenti gibi dolanıyor kahvehanelerde. İşsizlik, bu coğrafyanın zamansız türküsü gibi: Gençler her sabah “belki bugün” diyerek uyanıyor ama çoğu zaman gün, akşam olmadan kırılıyor.
**
"Ben sana mecburum bilemezsin,
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum..." der Attila İlhan.
**
Yatırım adı burada bir masal; yatırımcılar için Yüksekova hep en son sırada. Üniversite yok, büyük kütüphaneler, sanat merkezleri yok; hayal kurmak bile gökyüzü kadar uzak. Gençler şehirden çoktan göç etmiş; kalanlar ise gitmeyenlerin yükünü de sırtında taşıyor. Bir anne, oğlunun ayakkabısındaki toza bakıp dua ediyor; bir baba, çocuğunun elini işsizlikten nasırlı ellerine bırakınca utancını saklıyor.
**
Görüntü kirliliği, duvarlara sinmiş bir yılgınlık gibi. Çarpık binalar, yarım kalmış inşaatlar, kapkara asfaltın üzerinde biriken çamur... Doğanın cömertliğiyle insanın ilgisizliği çarpışıyor burada. Dağlar heybetli ama umutlar hep kırılgan. Herkesin yüreğinde, Ahmed Arif’in dediği gibi, “Yalnızca kendine yetecek kadar bir sızı…”
Çocuklar okul yolunda çamura bata çıka büyür, kadınlar pencereden bakarken hayal yerine sis görür.
**
Kentin kalabalığında bile, insanın en çok kendisiyle baş başa kalması bundandır belki. Kimi sabaha umutla bakar, kimi ise güne bir eksiklik duygusuyla başlar. Umut, burada bir dağ yolunu tırmanan çocuğun ayakkabısındaki çamur gibi: Ne kadar silersen sil, izleri hep kalır. Herkesin hikâyesi başka ama sonu aynı; bekleyiş, sessizlik ve biraz da kırgınlık.
**
Ve yine de…
Her şeyin bittiğini sandığın anda, o soğuk sabahların ortasında, bir annenin ocağında yanan ateşin, bir çocuğun gözlerinde parlayan o küçücük ışıltının adıdır Yüksekova. Belki de gerçek umut, en çok vazgeçmeyenlerde filizlenir. Turgut Uyar’ın dizelerinde saklı:
"Bir gün bir bakarsın, her şey değişmiş..."
**
Yüksekova’nın bütün sessizliğiyle, bütün kırgınlığıyla hâlâ inadına yaşamasıdır bu. Çünkü bu kent, en az ihaneti kadar sevdasıyla da var olur.
**
Bir gün, bu coğrafyanın gecesi sabaha karışacak; toz, çamur ve suskunluk, yerini yeni bir nefese, yeni bir yarına bırakacak. Ve biz, en güzel şarkımızı nihayet söyleyebildiğimiz o günde, Yüksekova’nın artık uykusuz değil, umutlu sabahlara uyandığını göreceğiz.
**
"Her şehrin bir uykusu vardır; Yüksekova’nınki biraz ağır, biraz yorgun, ama mutlaka bir sabahı var."