Bir ülke düşünün; yıllarını okumaya, düşünmeye, üretmeye adamış aydınları, akademisyenleri, yazarları kenarda beklerken, liyakat harcanmış bir define, cehalet ise tahta oturtulmuş bir hükümdar olmuş.
Tıpkı Roma’nın son dönemlerinde liyakat yerine akrabalığın, ehliyet yerine dalkavukluğun tercih edilmesiyle çöken o koca imparatorluk gibi… Veya Babil'in asma bahçelerinde filizlenen bilgeliğin, aynı entrikalarla solup gitmesi gibi… Ya da Osmanlı’nın, kadim çınarıyla gölgelediği topraklarda liyakati kutsarken, son asrında 'Beşik Uleması' nın elinde adeta kendi mezarını kazması gibi.
Bugün geldiğimiz noktada ise yine liyakat değil torpil konuşuluyor, emek değil adamcılık öne çıkıyor. Hak eden kenara itilirken, hak etmeyen koltuğa kuruluyor. Artık kimin sesi gür çıkıyorsa, kimin parası çoksa, kimin sırtı daha kalabalıksa, söz onun oluyor.
Bugün yaşadığımız şehrin, Yüksekova'nın yönetimine baktığınızda hazin bir tablo ile karşılaşırsınız. Bir şehrin kaderi, milyonluk bütçesi, binlerce insanın geleceği lise dahi bitirmemiş ellerin insafına terk edilmiş durumda. Bu topraklarda nice üniversite bitirmiş, yabancı dil bilen, dünya görmüş gençler işsizlik kuyusunda çırpınırken, nice aydın, hak ettiği değeri bulamadığı için batının büyük şehirlerine göç etmek zorunda kalıyor. Geride kalanlar ise sessiz bir yangın gibi içten içe alevleniyor.
Ne acıdır ki, "Şehit Aileleri" ya da "Bedel Ödemişler" gibi sıfatlarla kutsanan bazı kimseler, liyakat testine hiç sokulmadan yönetim koltuklarına oturtuluyor. Elbette şehitlik ve fedakârlık , en derin saygıyı hak eder. Ancak birinin yaşadığı acı, bir başkasının bilgisinin, emeğinin ve hakkının önüne geçmemelidir. Çünkü yönetim, liyakat işidir, adalet işidir, ağır bir sorumluluk işidir. Matemle liyakat birbirine karıştırıldığında , duyguyla makam dağıtıldığında, toplumun adalet terazisi altüst olur.
Hz. Ali'nin o çarpıcı sözü kulaklarımızda çınlamalı
"Bir toplumu ayakta tutan adalet, adaletin temeli ise liyakattir." Ne yazık ki biz, bu temeli çoktan kaybettik. Artık makamlar, torpilin pazar yeri, koltuklar, çıkarın ganimeti oldu. Kimin sesi çok çıkıyorsa, kimin parası daha kalabalıksa, kimin sırtı güçlüyse söz de onun oluyor.
Bu liyakatsizlik salgını sadece bir kesimi değil, tüm toplumu kemiriyor. Çoğu, lise mezununun altında eğitime sahip kişilerin yönetime getirilmesi, toplumsal çöküşün en acı göstergesidir. Stefan Zweig yıllar önce şöyle yazmıştı: "Her şeyin başında liyakat yok edilirse, sonunda toplum kendi mezarını kendi elleriyle kazar." Bugün biz, tam da o mezarın derinleştiğine tanık oluyoruz. Sessiz, boynu bükük ve çaresiz…
Peki ya aydınlara ne oldu?
Onca okumuş, kendini geliştirmiş insan, kendine bir iş dahi bulamayıp batı illerine göç ediyor. Bilge insanlar kenara itildi, emekle yoğrulmuş tecrübe susturuldu, doğruyu söyleyenler ise linç edildi. Düşünün: Bir ülkenin yönünü, okuma yazması yarım kalmış, hayatında tek kitabı sonuna kadar devirmemiş kimseler belirliyor. Oysa bilgelik köşeye çekilmiş, akıl zincire vurulmuş, vicdan ise susturulmuş durumda.
Liyakatin olmadığı yerde, toplumun temel direkleri çürümeye mahkûmdur. Adaletin terazisi şaştığında, akıl yerine hırs konuştuğunda, baş ile ayak yer değiştirir. Şimdi tam da o noktadayız: Başlar ayak olmuş, ayaklar baş…
Ancak unutulmasın ki, liyakatsizliğe, adam kayırmacılığa, cehaletin iktidarına karşı duran aydın fikir, bir gün mutlaka zafere ulaşacaktır. Işığın karanlığı yeneceği, aklın söz sahibi olacağı o günler gelinceye dek mücadele devam edecek. Ta ki, başlar yeniden baş, ayaklar yeniden ayak oluncaya dek…