Anneler; hep endişe toplar birini beklerken, birilerini anarken. Öncesi hep tahmin edilmiş duygular. Telefon ahizesinden gelecek olan ses ile soluksuz kalacaklarını ve birilerinin yasını yokluğuna gömeceklerini iyi bilirler. Avluya dönük bir pencereden gelip geçenin yanından süzülür bakışlar, mutluluğa dair fısıltılara kulak kabartırken. Tutmayan dizleri dayanırken benliğine, anlıyor bir kanadının hep kırık olduğunu. Damlayan bakışların tren rayları gibi ne kadar uzayıp gittiğinin hikâyesidir belleklerine kazılan.

Anneler; hep acılı bir dünyanın acısına şahitlik etmek için varlar. Yaşadığı kalıtsal hüzünlerini dışarıya taşırmadan yüzünün çehresinde bir terazi gibi tartar, annenin kendi gözlerinde uyur zaman. Hiç bir sözcük yetmiyor anlatmaya, bir annenin bekleme ve bekletilme sürecinde salon duvarına asılı olan takvim yapraklarının bitmiyor olmasını. 

‘‘Yaralandıklarımdan geçtim, yara aldıklarımdan değil’’. Diyemediği günüydü, dörde bölünen gününün parçaları. Birden bire tutuşturulmamış bir yangın vardı avuç içleri kızgın, azar azar tutuşan bir alev ve kendi közü ile devam eden bir sıcaklık. Hep böğrünün sol tarafında uyutmayan bir Tanrı, saatinin geçmiş sayılarında kalan saksılarında kurumuş bir toprak bulmacası. Gerisi sayıklamalar ile tüketilen bir yol yorgunluğu.

Anneler; resimler karalar hiçbir çizgiyi taşırmadan yüz hatlarına kadar unutmadığı fotoğraflar. Değişime uğrayamamış kalıcı bir portrede bulacak en sevdiklerinin uyku hallerini. Düşler kurup derin sarsıntılarla irkilerek, iç acılarına bir ağaç kökü kadar derin off-lar gönderecek. Her bir haftanın, her bir ayın, her bir yılın ne kadar ıslak kaldığını ve o ıslaklığın güneşin dahi kurutamadığını iyi bilirler.

Işığı kısık, ışıksız kaldım diyemediği gözlerinde kurutamadığı koskoca bir yastı annem…