Hayatının baharında bir çocuğun, bir bıçak darbesiyle toprağa düştüğü bir yer hayal edin. Şimdi o yerin adını koyun: Yüksekova. Bugünlerde, zamanın terk ettiği, insanlığın bataklıklarında kıvrandığı karanlık bir çukur. Bu manzara, kendi küllerine gömülen bir uygarlığın, toprağa düşen her gençle yeniden yazdığı acı bir destandır.
Şehrin üzerine görünmez bir lanet gibi çöken tefecilik, sadece cüzdanları değil, ruhları da kemiriyor. Faizin ağır kefesinde banknotlarla birlikte insan onuru, aile bağları ve toplumsal güven harcanıyor. Tefeciler, sokağın köşe başlarında halkın damarlarında dolaşan görünmez efendiler; bir neslin geleceğinden borç alan, toplumun kanını emen beyefendiler…
Şehrin üzerine inen diğer kara perde, uyuşturucu belası. Gençliğin umut bahçelerini kurutan bu zehir, yeşeren hayalleri birer mezarlığa çeviriyor. Bu, iradenin, düşlerin, yarınların sistemli bir imhasıdır. Sokaklar bir savaş meydanı, gençler düşmüş askerler; düşmanları umutsuzluk, silahları ise kendi hayatlarını söndüren iğneler. Her enjeksiyon, bir hayatın son sayfasına yazılmış kara bir cümledir.
Yıkımı besleyen bir başka karanlık ise cehalet. Aşiretçiliğe can veren gizli kök; bireyi değil, kör bağlılığı kutsayan ilkel bir zincir. Bu düzende insan olmak yerine, ait olmak yüceltilir. Bazı aşiretler tarafından süslü isimlerle sunulan festivaller, bu zincirin en yıkıcı halkalarıdır. Renkli görüntülerin ardında çıplak bir gerçek gizlidir: aşiret liderlerinin koltuk kavgası. O sahnelerde yapılan her hesap, gençlerin kanıyla yazılır. Onlar güçlerini büyütürken, çocuklarımız bu yapay düşmanlığın kurbanı olur.
Ve tüm bu karanlık resmin en ürkütücü yanı, sessizliktir. Çıkarcıların gölgesinde yaşanan kayıtsızlık, başlı başına bir ihanettir. Her suskunluk, tefecinin kesesine düşen bir altın, uyuşturucu tacirinin cebine sıkıştırılan bir paket, cehaletin beynimize çaktığı paslı bir çividir. Sessizlik, kötülüğün en sadık ortağıdır.
Bu sorunların birbirinden bağımsız olduğunu düşünmeyin; tam tersine, birbirini besleyen zincirin halkalarıdır. Cehalet, aşiretçiliği büyütür; aşiretçilik, adaletin ve eşitliğin önünü tıkar; adaletsizlik, işsizliği ve umutsuzluğu çoğaltır. İşsiz kalan genç, ya tefecinin kapısına sığınır ya da uyuşturucunun kollarına düşer. Tefecinin açtığı borç uçurumu ve uyuşturucunun getirdiği çöküş, aileleri çaresizliğe mahkûm eder. Çaresizlik, cehaleti yeniden üretir ve böylece döngü kendi karanlığını büyüterek sürer. Her bir illet, diğerinin hem nedeni hem de sonucudur.
Victor Hugo’nun dediği gibi: “Hiçbir felaket gökten yıldırım gibi düşmez; hep küçük, sinsi adımlarla yaklaşır.” Yüksekova’nın çöküşü; normalleştirilen suskunluklarla, kapatılan gözlerle, unutturulan cenazelerle, gençlerin ellerinden alınan ömürlerle mühürleniyor. Daha dün, hayatının baharında bir genç, bir bıçağın soğuk yüzüne yenik düştü. Bu yalnızca onun acısı değil, hepimizin alnına çalınan kara bir lekedir.
Yüksekova’nın yazgısı bu hazin son olmamalı. Kendi ellerimizle büyüttüğümüz karanlık, farkına varmazsak hepimizi yutacak. Fakat suskunluğun yerine cesareti, cehaletin yerine bilgiyi, tefeciliğin yerine üretimi, aşiretçiliğin yerine kardeşliği, uyuşturucunun yerine umudu koyarsak bu kara döngüyü kırmak mümkündür.
Yüksekova’nın geleceği, işte bu uyanışa bağlıdır.